100. yıl dönümü: Türkiye’de laiklik nasıl değişti?
AKP’nin yirmi yıllık iktidar döneminde izlediği politikaların din-devlet ilişkilerinde yarattığı değişim, Cumhuriyetin 100. yılında en çok tartışılan konulardan biri.
Bazı analistler, Recep Tayyip Erdoğan’ın, Atatürk’ün kurduğu laik Türkiye Cumhuriyeti’ni “popülist İslamcı, otoriter bir rejime” dönüştürdüğünü düşünüyor. Bazı uzmanlar, siyasal İslamcıların demokratik laik sistemde yarattığı tahribatlara rağmen laikliğin toplumsal hayatta tamamen ortadan kaldırılamayacağını savunuyor.
DW Türkçe’nin sorularını yanıtlayan Leipzig Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Markus Dressler ise, bugün Türkiye’de yaşanan dönüşümün yalnızca siyasal İslam’ı temsil eden AKP’nin politikalarıyla açıklanamayacağı görüşünde, AKP öncesinde yaşanan “kırılma anları” göz ardı edilerek gelinen noktanın değerlendirilemeyeceği vurgulandı.
“Kemalist reformlar büyük ölçüde geride kaldı”
Türkiye’de din-devlet ilişkilerine ilişkin araştırmalarıyla tanınan Dressler, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun ilk yıllarında devlet ve din arasında büyük bir ayrımın bulunmadığını, önemli kırılma anlarının yaşandığına dikkat çekiyor. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana laiklikteki değişimler.
Ancak Dressler, bugün Türkiye’de Kemalist reformların büyük ölçüde geride kaldığına dikkat çekiyor ve içinde bulunduğumuz dönemi “Post-Kemalist dönem” olarak tanımlıyor.
Peki “post-Kemalizm” ne anlama geliyor? Markus Dressler bu soruya şu sözlerle yanıt veriyor:
“Bu, AKP’nin Kemalist unsurları tamamen geride bıraktığı anlamına gelmiyor. Aslında özellikle milliyetçilik açısından çok Kemalist bir çizgiye sahip olduğunu düşünüyorum. Ancak AKP’nin ve İslami hareketin ve kitlelerin bunu başardığını söyleyebiliriz. kendisini kendisine yakın hisseden Kemalist kimlikten uzaklaşmış, Post-Laik terimini de kullanabiliriz, ancak biraz ara verirken aynı zamanda laikliğin ataerkil, üst dayatıcı tarzını da bir şekilde kullanıyor. kendine fayda sağlayacak şekilde kullanır ve bunu kendi lehine araçsallaştırır.”
Çok partili döneme geçişle birlikte yaşanan değişim
1924 tarihli ilk Anayasa’da “Türkiye Devletinin dini İslam’dır” maddesi yer alıyordu, ancak atılan hızlı laikleşme adımları ile 1928’de yapılan değişiklikle bu ibare kaldırıldı.
Markus Dressler, sekülerleşme hamlelerinde Şeyh Sait isyanı gibi Ankara’ya yönelik sert direnişi kırma amacının etkili olabileceğine dikkat çekerken, “Eğer bu şekilde laikleşme adımları atılır mıydı tam olarak bilmiyoruz. direnç yoktu.”
Markus Dressler, 1940’lı yılların sonlarında çok partili döneme geçişe paralel olarak, bu kez gösterilen güçlü direniş nedeniyle “çok radikal laikliğin” sürdürülemeyeceğinin anlaşıldığını ve bu alanda bir boşluk başladığını hatırlatıyor. Siyasette ve kamusal alanda İslam’a kapı açılması gerektiğini ifade ederek, konunun karmaşık boyutları olduğuna dikkat çekti. yaptı.
Alman uzman, “Türkiye Cumhuriyeti’nin başlangıçta tamamen laik bir devlet olarak kurulduğunu söylemek doğru olmadığı gibi, bugün laikliğin tamamen ortadan kalktığını söylemek de doğru değildir.”
“Laikliğin doğası değişti”
Markus Dressler, Türkiye’de geçmişte “din-siyaset” ayrımının uygulandığı dönemler olduğunu ancak “din-devlet” ayrımının hiçbir zaman tam anlamıyla gerçekleşmediğini, günümüzde laikliğin niteliğinin değiştiğini anlattı.
Bu görüşünü Diyanet İşleri Başkanlığı’nı örnek vererek açıklayan Dressler, dini hareketlerin siyasi seferberliğini önlemek, dini kontrol etmek ve organize etmek amacıyla kurulan Diyanet’in bugün farklı bir işleve sahip olduğunu söyledi.
Markus Dressler, “Bugün Diyanet, AKP hükümetinin İslamlaştırma politikasını yönetip meşrulaştırdığı bir araç haline geldi. Ancak değişmeyen şey, devletin dini kontrol altında tutmak ve yönlendirmek için büyük çaba sarf etmesidir. Bu da devletin muhafazakar, dindar, ataerkil yapılarına sadık bir insan olduğu anlamına gelir.” “İdeallere, özellikle de deyimle ‘dindar nesiller’ yetiştirme amacına dayanıyor. Türkiye’de din hâlâ devletin kontrolünde ve devletin güç kullanma aracıdır.” dedi.
Devlet tüm din ve inançlara eşit mesafede midir?
Her ne kadar farklı siyasi aktörler tarafından zaman zaman gündeme getirilse de AKP bugüne kadar Anayasa’daki laiklik unsurunu kaldırma girişiminde bulunmadı. AKP’li siyasetçiler, geçmişte vatandaş üzerinde baskı aracı olarak kullanıldığını söyledikleri “militan laiklik anlayışına” karşı çıktıklarını ve “özgürlükçü laiklik”ten yana olduklarını iddia ediyorlar.
Erdoğan, 2011’de Mısır’da yaptığı konuşmada, “Müslümanım ama laik değilim. Ama laik bir ülkenin başbakanıyım” diyerek laikliği “devletin devlete eşit mesafede olması” olarak tanımladıklarını açıkladı. tüm dinler.”
Ancak uzmanlar ve yayınlanmış birçok çalışma, Türkiye’de devletin, AKP’nin iddiasının aksine, tüm din ve inançlara eşit davranmadığını, dini özgürlüklerin Sünni Müslümanlar lehine arttığını, bunun Aleviler veya başka ülke vatandaşları açısından savunulamayacağını vurguluyor. dinler.
“Proaktif İslamlaştırma politikası”
Markus Dressler, AKP’lilerin anayasadaki laiklik ilkesinin kaldırılması konusunda çok ısrarcı olmayabileceğini belirterek, “Önemli olan Anayasa’da ne yazdığı değil, bizim ne yaptığımızdır” dedi.
Öte yandan Alman uzman Dressler, AKP hükümetinin Türkiye’de üç alanda “proaktif İslamlaşma politikası” izlediğini, bu alanları eğitim, devlet kurumları ve medya olarak sıraladığını kaydederek şu tespitlerde bulundu:
“İmam Hatip okulları sistemli bir şekilde destekleniyor, tüm okullarda müfredatta dini içerik artırılıyor, devletin belirlediği dindarlık ideali Diyanet aracılığıyla dayatılıyor ve AKP iktidarı devlet kurumlarını ve medyayı büyük ölçüde kontrol ettiği için bu yönde bir eğitim oluşturmaya çalışıyor. Kamuoyunun algısını bazen açık bazen de örtülü olarak “biçimlendirmeye çalışıyoruz.”
Erdoğan’ın dindar gençlere hedefi
Erdoğan, İmam Hatip okullarını yaygınlaştırmaya odaklanırken, AKP’yi oluşturan ekiplerin çoğunun çocuklarını İmam Hatip okullarına değil, özel okullara ve yabancı dilde eğitim veren kolejlere göndermesi, ayrıca Çocuklarını yüksek öğrenim için Batı ülkelerine göndermeleri kamuoyunda hararetli tartışmalara yol açıyor.
Yine birçok kamuoyu araştırması, Erdoğan’ın “dindar bir nesil yetiştirme” çabasının toplumdan, özellikle de gençler tarafından karşılıksız kaldığını ortaya koyuyor.
Dressler, gençlerle görüşülerek yürütülen araştırma projelerine de katıldığını ve bunlardan dikkat çekici sonuçlar elde edildiğini anlattı.
AKP ile Erdoğan’ın kamuoyuna yaptığı açıklamalar ve niyetler ile gençlerin dünyaya bakışı arasında “büyük bir uçurum” olduğunu öne süren Dressler, dikkat çekici gözlemlerini şu sözlerle aktardı:
“Muhafazakar gençlerin dikkat çeken kesimi prensip olarak dinin siyasallaştırılmasına eleştirel yaklaşıyor. Asıl dikkat çekici olan ise AKP’ye yakın muhafazakar ailelerden gelen gençlerin cinsiyet, LGBT gibi konularda çok açık ve liberal olmaları. Yukarıdan dayatılan siyasi dindarlığa karşı bir direniş, bu aslında çok “Şaşırtıcı değil, benzer bir şey İran’da da görüldü ve baskının dindarlaşmaya hizmet etmediği, tam tersine geri teptiği yönünde gözlemler yapıldı. Erdoğan’ın dindar bir nesil yetiştirme hedefinde başarılı olduğunu kanıtlayacak sosyolojik verimiz yok…”
AKP’nin dış politikada İslam’ın rolü
Artan İsrail-Hamas çatışması, Erdoğan’ın dış politikada öncelik verdiği “İslami hassasiyetleri” bir kez daha gündeme getirdi. Erdoğan’ın, çok sayıda İsrailli sivilin ölümüne neden olan Hamas’ı “terör örgütü değil, topraklarını ve vatandaşlarını korumaya çalışan bir özgürlük ve mücahit grubu” olarak tanımlaması, uluslararası alanda da tepkiye neden oldu.
Markus Dressler ise Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dış politika söylemlerini Türkiye’nin siyasi ve ekonomik çıkarlarına göre şekillendirdiği görüşünde.
Dressler, “Filistin çatışması artık AKP hükümeti için zor bir konu, çünkü İsrail ile de yakınlaşmayı hedefliyordu. Ancak Uygurlardan farklı olarak Filistinlilerle çok daha net ve açık bir dayanışma sergileniyor. Muhtemelen Filistinlilerle dayanışmanın olmayışıdır.” Uygurların Çin’le ve hatta muhtemelen Rusya’yla olan siyasi çıkarları var.” ve çıkarlarla ilgili… Özetle dış politikada ulusal çıkarlar önceliklidir, siyasi İslami motifler, dini hassasiyetler ancak ulusal çıkarları çok fazla etkilemediği sürece kullanılır.”
AKP’nin dini cemaat ve mezheplerle ‘ittifağı’
Bu arada din-devlet ilişkilerine dair tartışmaların merkezinde yer alan bir diğer konu ise siyasi nüfuzunun arttığı söylenen cemaat ve mezhepler.
Türkiye’de son yıllarda devlet kurumlarına alımlarda ve bürokraside kritik görevlere atanmalarda liyakat esasına göre değil, dini cemaat ve mezhep üyeliği gibi gerekçelere dayanıldığı iddiaları gündeme geliyor. Özellikle polis, ordu gibi güvenlik kurumlarında, hatta yargıda Menzilciler, Süleymancılar, Yazıcılar, okuyucu gibi grupların nüfuzunun arttığı argümanı tartışılıyor.
Leipzig Üniversitesi Öğretim Görevlisi Dressler, Erdoğan liderliğindeki AKP hükümetinin 15 Temmuz 2016 darbe girişimi sonrasında tarikat ve cemaatlere bir açıklama gönderdiğine dikkat çekerek, “Bu gruplara şu mesaj verildi: ‘Ya siz taraf olacaksınız’ yoksa hükümet ve rejimle karşı karşıya kalacaksınız, yoksa çok kuvvetli bir rüzgarla karşı karşıya kalacaksınız.’ O dönem itibarıyla “Bu yapıların en azından söylemsel düzeyde AKP’ye yaklaştığını gördük.”
AKP’nin bir şekilde Sünni Müslüman yapıları devlet sistemine dahil ettiğini, karşılığında da bu yapıların bir şekilde kazanımlar elde etmesini sağladığını belirten Dressler, değerlendirmesini şöyle sürdürdü:
“AKP her ne kadar güçlü konumunu korumaya her zaman büyük önem verse de, pek çok farklı ve çeşitli Sünni Müslüman oluşumla dile getirilmeyen anlaşmalar yoluyla ittifak kurabilmesi, başarılı sonuçları olan farklı bir reçetedir. Ancak şu da çok açık: “Bir hiyerarşi gözleniyor, AKP en güçlü aktör konumunu korumaya büyük önem veriyor. Hatırlarsanız AKP-Gülen Cemaati’nin sorunları asıl işverenin kim olduğu sorusuyla başlamıştı… Emsal oluşturmamaya büyük önem veriyorlar.”
Erdoğan’ın kurduğu sistem “tek adam rejimi” olarak nitelendiriliyor. Birçok siyasi gözlemci Erdoğan iktidarda olduğu sürece bu sistemin ayakta kalabileceği görüşünde. Peki Erdoğan’dan sonra mezhep ve cemaatlerle kurulan “ittifakların” akıbeti ne olacak?
Erdoğan’dan sonra Türkiye’yi nasıl bir dönem bekliyor?
Bu soruya önce gülümseyip ardından derin bir nefes alan Markus Dressler, Türkiye’ye, özellikle de geleceğe dair tahminlerde bulunmaktan kaçındığını söyledi.
Dressler, değerlendirmelerini şu sözlerle tamamladı:
“Bir gün Türkiye’de içi boşaltılan demokrasi yeniden tesis edilecek ve iç barış güçlendirilecekse, geçmişte yaşananlarla ve tabularla yüzleşmek gerekecektir. Türkiye Cumhuriyeti ve hatta öncesinde Kürt sorunu, Alevilerin karşılaştıkları, gayrimüslim azınlıklarla ilgili “Önemli bir yüzleşme olması gerekecek…”